Mardin'den Midyat'a yollardayım...

Daha önce gitmiştim Mardin’e.

Yıllar geçtikçe, deprem ya da göçlerin, yaşanan coğrafyanın yapısını değiştirdiğini gördükçe her köşesini ruhuna nakşedercesine gezmek istiyor insan. Elimizden uçup gidince Hatay, başka bir kadim bölgeyi bir kez, birkaç kez daha görmek istiyorsun.

Bir arkadaşım, belki beşinci kez Şavşat’a gittiğimde, sen gitmiştin oraya, yine mi… demişti. Yıllardır yazlığında uzun zamanlar geçiren arkadaşıma, farklı mevsimlerde, farklı yaşlarda ve anlarda, her sefer ayrı bir iz bıraktığını söylemiştim. Özlüyorum ben gittiğim yerleri… Tanıdık oluyorum o şehre, o ilçeye ve tekrar gitmek istiyorum. Her gidiş daha çok bağlıyor beni.

Yalnızca Datça’da olacak değil ya badem çiçeği bu kez Mardin’de. Zeytin de var, Süryani şaraplarının yapıldığı, az da olsa üzüm bağları da.

Sabah erken uçağa binmemek için bir gün önce gidiyorum. Öğlene doğru eski Mardin’de, Artuklu bölgesinde, otelimiz Kaya Ninova’dayım. Terasından ve kaldığım odadan Mezopotamya Denizi’ne bakıyorum. Çok net değil bugün hava, biraz puslu sanki. Eşyaları bırakıp, hemen çıkıyorum.

Şehirde uluslararası kuruluşlarca kültür mirası kabul edilmiş, koruma altına alınmış tarihi yapılar var. Mardin farklı dini inanışlar paralelinde, sanatsal açıdan da tarihi değeri olan camiler, türbeler, kiliseler, manastır ve benzeri dini eserleri barındırıyor.

Otelin önünden sola doğru 1.caddede devam ediyor, dükkanlara bakarak yürüyorum. 2009’da, üç yıllık bir restorasyon ve hazırlık sonrası açılan, Sakıp Sabancı Kent Müzesi’ndeyim. (II. Abdülhamid (salt.1876-1909) döneminde, Diyarbakır Valisi Hacı Hasan Paşa tarafından 1889 yılında Süvari Kışlası olarak yaptırılmış ve uzun yıllar bu şekilde kullanılmış bir yapı. Yapının mimarı, Sarkis Elyas Lole) Alt kattaki yapıda da bir sergi var. Kahve içmek için Mezopotamya ovasına bakan Seyr-i Mardin’in terasına çıkıyorum. Ulu Camii hemen sağda önde, şahane bir kahve. Aşağıya sola doğru mavi tabureleriyle Marangozlar Kahvesi.. Dar sokaklar, yüksek duvarlar, nereye gittiğini bilmediğim merdivenler… Okul dağılmış, öğrenciler. Fotoğraf çekmesini rica ediyorum birisinden. Başka bir noktadan inen merdivenlerle ana cadde… Sağda uzun ve kıvrılan bir abbara (evlerin altında, sokakları birbirine bağlayan geçitler).

Bakırcılar çarşısına doğru Süryani çöreği kokusu geliyor bir fırından. Birkaç tane alıp çay için kahvenin dış mekanına oturuyorum. Az basamaklı yollar, eğimler.. Çoğu dükkana kilit vurulmuş. Birkaç iş yapanla konuşuyorum, kalan son kalaycı Şeyhmus Usta, ağzında sigarasıyla yanımıza geliyor. Hediyelik bakırlar, ardından esans satan bir yer, sabunlar, arada manav, fırın.. Ana yola çıkıyorum. Çok sayıda kuyumcu, telkâri gümüş satan dükkanlar ve aralarında imlebbes adı verilen Mardin’e özgü, Lahor ağacından elde edilen kök boyayla boyanmış, çıtır çıtır mavi badem şekerleri. En yaygın olanı mavi. Tarçınlı olanı da lezzetli. Tadım da yapılabilen şarap dükkanları, yol boyu

Yolum beni geniş merdivenlerden Tarihi Kız Meslek Lisesi’ne çıkartıyor. Yanında Gazipaşa İlkokulu. Mardin’de müthiş bir taş işçiliği içeren tarih yatıyor. Tüm binalar bölgeden çıkartılan sarı kalker taşlarından yapılmış. PTT Binası, Zinciriye Medresesi, Mardin Kalesine uzaktan bakış…

Cercis Murat Konağı’nda bulunmuştum daha önce geldiğimde. Bu akşam bir öneriyle Bağdadi Restoran… Yöresel ve çok lezzetli yapılmış olan kara erik kebabı ve Süryani şarabıyla gece biter.

Kahvaltı sonrası sabah uçağıyla gelmiş olan grupla buluşmak üzere Cumbalı Ev’e gidiyorum.  Rehberimiz, arkadaşım Haluk, yerel rehberimiz Rojda ve sekiz yol arkadaşı daha. Kahve eşliğinde tanışma, sohbet ve programın gözden geçirilmesi. Bu saatten sonra dört gün boyunca rotayı hayatın akışına bırakıyorum.

Mardin’de her binanın bir öyküsü var sanki. Şehir içindeki yerlerin tamamını ilk gün gezmemiz zor. Bazı noktaları ertesi gün gideceğimiz Deyrulzafaran sonrasına bırakıyoruz. Çarşı boyunca önce telkâri işçiliği ve elbette alışveriş, ardından Süryani şarabı tadımı için ufak molalarımız oluyor. Yörenin tarihsel ve kültürel zenginliklerini yansıtan, arkeolojik ve etnografik koleksiyonlara sahip Mardin Müzesi, biraz tepede, pencerelerinden Mezopotamya Denizi görünüyor. Eski Tunç, Asur, Urartu, Grek, Pers, Helenistik, Roma, Bizans, Büyük Selçuklu, Artuklular ve Osmanlı devirlerine ait tabletler, silindir ve damga mühürler, kült kapları, figürinler, metalden bızlar, takılar, keramikler, altın, gümüş ve bakır sikkeler, gözyaşı şişeleri ve kandiller…

Ardından Kırklar Kilisesi (Mor Behnam Kilisesi) 569 yılında inşa edilmiş bir Süryani kilisesi. Genel bilgi alıyor, güzel bahçesinde turluyoruz.

Mardin’e daha önce gittiğimde görmediğim bir müze ile tanışıyorum bu kez. “Yaşayan Müze”. 400 yıllık tarihi bir konak onarılarak müzeye dönüştürülmüş. Müzede farklı odalarda geleneksel telkâri, bakırcılık sanatı gibi yerel el sanatları sergileniyor. Ayrıca sıra, reyhani, ve erbane dinletileri, kurşun dökme ile Mardin kültürü tanıtılıyor.

Yerel seçim öncesi bir zaman olduğundan her yer bayrak ve sık sık megafondan yüksek ses bağrışmalar. Yaşayanlar özgürce kendi anadillerini konuşuyor burada. Arapça, Kürtçe, Süryanice ve Türkçe kelimeler karışıyor kimi zaman.

5.yüzyılda inşa edilen ve bugünkü haline 18.yüzyılda kavuşan Deyrulzafaran Manastırı, Mardin’e 5 km uzaklıkta.  Kubbeleri, el işlemeleri, kemerli sütunları, kısacası mimarisi ile muhteşem yapı.  Süryani Kilisesi’nin önemli merkezlerinden biri olan Deyrulzafaran Manastır, Mardin’deki en eski ve değerli yapıları arasında. Rehber eşliğinde gezdikten sonra bahçesine çıkıyor ve arkada çiçek açmış badem ağaçlarına doğru yürüyoruz. Manastır çıkışında şarap satılan bir mağazadan bir şişe beyaz şarap alıyorum.

Mardin’deki en büyük yapılardan biri olan Kasımiye Medresesi; mimari planı, taş işçiliği ve süsleme motifleri ile oldukça ilgimi çekiyor. Medresenin avlusunda bir çeşme ve havuz da var. Hem dini bir merkez hem de tıp eğitimi veren bir okul olarak kullanılmış olan medrese; 12.yüzyıldan bu yana varlığını sürdürüyormuş.

Mardin’in sembolü Ulu Camii ya da “Cami-i Kebir”, Artuklular döneminden beri ayakta..

Leyli’de yöre yemekleri ve müzikleri ile güzel gece bana fazlaca gürültülü geliyor. Sakinliği seviyorum, bu sesler ve hareket yoruyor.

Benim dördüncü, grubun üçüncü günü hava bulutlu. Henüz yağış yok. Dara Antik Kenti yolundayız. Doğu Roma imparatoru Anastasius’un girişimleriyle 505 yılında, doğu sınırını korumak için askeri amaçlı bir garnizon kenti olarak kurulan Dara’da kent içinde kilise, saray, zindan, çarşı, su bendi kalıntıları görülebiliyor. Yerebatan Sarnıcı’ndan altı metre daha derin Dara Sarnıcı 15 m yüksekliğinde ve oldukça iyi korunmuş. Çevresi de duvarlarla çevrili ve buralarda mağara evleri de görmek mümkün. Şemsiyeleri açmak gerekiyor bir süre sonra ama neyse ki şiddetli değil yağış. Bir okul grubu da var dolaşan, koşturan.

Buradan Suriye sınırı boyunca Nusaybin’e doğru gidiyoruz. Sınır duvarlarına bazı yerlerde çok yaklaşıyoruz. Tren yolunu, tel örgüleri ve arkasındaki mayınlı alanları görüyoruz. 2016 – 2021 arasında 837 km’lik bir duvar örülmüş güvenlik nedeniyle. Nusaybin’de eski sınır girişinde bekleyen askerler var. Yeni kapı daha geride. Nusaybin ve Kamışlı birbirlerinin ışıklarına, seslerine de komşu. Fotoğraf çekmek, yaklaşmak malum yasak böyle bölgelerde.

Mor Yakub’un Teoloji okulundan kalma kilisesinin bahçesinde gelincikler… Biraz ileride Zeynel Abidin Camii’nin minaresi görünüyor. Nusaybin’e ait iki önemli simge.

Yağmur durdu sayılır, yol keyifli. Midyat’a doğru Kivex’te ya da Mağaraköy’deyiz. Burası bir Ezidi köyü. Bu bölge, zamanında yüzlerce Ezidi köyü barındırırken şimdi çok çok az sayıda. Mezarlıkları ise dimdik ayakta. Köyün sakinleri yurtdışında yaşıyor olmalarına rağmen yaşamlarını yitirenler oradan köylerine getirilip burada defnediliyorlarmış. Bir de taziye evi var. Adaklar da burada kesiliyormuş. Mezarlık alanı bakımlı ve temiz. Kimse yok ortada, hüzünlü. Kadim kültürlerin, dinlerin, geleneklerin ve dillerin birer birer yok olması kültürel fakirliğe götürüyor toplumu.

Midyat’a ulaştığımızda otele girmeden Mor Gabriel (Deyrulumur Manastırı) Manastırı’nı dolaşıyoruz. Taş işi çok etkileyici bu bölgede. İşlenişi, rengi, dokusu… Bir gece konaklayacağımız butik otelimiz, 1600 yıllık eski Midyat konaklarından restore edilen Kasr-ı Nehroz.

Dinlerin ve dillerin birleşme noktası, ”Gelen ağlar giden ağlar” sloganı ile adeta özdeşleşen Midyat, Güneydoğu Anadolu Bölgesinin en gelişmiş ilçelerinden birisi. Geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktır. 2000’li yıllardan itibaren ilçede çekilen dizi film ve sinema yapımları sayesinde unutulmakta olan Telkari (Gümüş İşleme) sanatı tekrar canlandırılarak endüstri haline getirilmeye çalışılmaktadır. Kendine özgü mimarisi olan ve adını ilçesinden alan “Midyat Evleri”ni süsleyen Taş İşleme Sanatı (Katori) da ayrı bir önem taşımaktadır.

Telkari, gümüşçü ve şarap dükkanları ile Midyat çarşısı, hanlar, konaklar, sokaklar bugünkü programda. Gruptan ayrılıp güneşi de arkama alarak biraz fotoğraf çekiyorum. Yemek işi ile aram mı yok nedir, nerede ne yedik hatırlamıyorum. Yöresel, lezzetli yemekler bulunacak ve asla aç kalınmayacak bir coğrafya burası. Havalimanı öncesi yine bir dram yaşayan Süryani köyü olan Kıllıt (Dereiçi) Köyü’ne uğruyoruz.

Eskiden Süryani (Protestan, Katolik, Ortodoks),Müslüman Arap ve Kürtler in yaşadığı sonradan Hristiyan halkın göç etmek zorunda kaldığı köy. Evler Mardin taşından yapılma. Mor Yuhanon Dilimoyo Kilisesi, Kıllıt köyü içinde ibadete açık tek kilise. Kilisenin bakımını Sami Bey üstlenmiş. Kilise ve köyün tarihi ile ilgili bizi bilgilendiriyor. MS 4.yy da inşa edildiği ve son olarak 2006 da restorasyona giren kilise. Bu köyde yalnızca Süryani, Müslüman, Türk, Arap, Kürt ve Ermeniler gibi farklı halklar değil, aynı dinin farklı mezhepleri de büyük bir ahenk içinde yaşayabilmiş. Kıllıt Köyü; bugünkü adıyla Dereiçi. Uzun ve hüzünlü hikayeler var bu topraklarda...

Zeynep Erim

Mart 2024

2 Comments to “ Mardin’den Midyat’a

  1. Ahmet zkurt says :Yanıtla

    Canım pek güzel yazmışsın, fotoğraflamışsın.

    1. zeynep says :Yanıtla

      Sağol Ahmet’cim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

TOP