Önce Mauritus’a iniyor, bir saat bekleme ardından başkent Antananarivo’ya (ya da yerel halkın dediği gibi Tana) varıyoruz. Türkiye ile saat farkı olmaması 12 saatlik uzun uçuş sonrasında çabuk dinlenmemizi sağlıyor.
Dört genç ve ben, toplam beş kişiyiz. İki kişilik grup en küçük grubumdu Hemşin yaylalarında, bu da ikinci küçük grubum. Rehberimiz Vedat Bey, bir Malgaşla evli. Uzun yıllardır başkentte ailesiyle bir yaşam kurmuş, neşeli ve bölgenin kültürüne hakim.
Ülkenin ortalarında, biraz kuzeye yakınız. Sahil şeridi dışında bu kesimler 1600 metre yükseklikte. Serinlik iyi geliyor hepimize ama gündüzleri yine de hoş bir sıcaklık var.
Çoğu alanı ormanlarla kaplı olan Madagaskar’a insanların adım atmasıyla yıllar içerisinde ormanlık alanlar yalnızca doğu bölgesinde kalmış. Artan nüfusun tüketim ve tarımsal ihtiyaçları için ülkede su oldukça yetersiz. Temiz suya ulaşım büyük bir sorun. Özellikle kırsalda nüfusun %25 i güvenli ve içme suyuna erişemiyor. Özellikle güneyde kuralık yaygın. Temiz suya erişimdeki bu yetersizlik ülkede özellikle sıtmadan sonra ishalle seyreden hastalıklardan ölüm oranlarının artmasına neden oluyor. Ayrıca hepatit, tifo, sıtma, humma ve kuduz çok sık görülen hastalıklar arasında Madagaskar’da. AIDS ise Afrika’ya göre daha az görülüyor.
Antananarivo’dan güneybatıya giden yol boyunca, daha önce Etiyopya’da da rastladığım büyük sarı bidonlarla su kuyruklarına ve bu bidonların insan gücüyle taşınmasına şahit oluyorum.
Ülkede yaygın olarak pirinç tarımı yapılıyor. Diğer ekim yapılan tarlalarda büyük baş olarak Zebu, bir çeşit sığır çalıştırılıyor. Sırtlarında yağ tümseği olan hayvanlar. Vanilya, kakao, karanfil önemli ihracat ürünlerinden. Fasulye, mısır, mercimek tarımı mümkün. Aldık biz de tatlılar için vanilya çubuklarını. Zencefilleri çok keskin ve lezzetli. Hem çayda hem rom içine koyarak değerlendiriyorlar.
Yeme içme konusunda Vedat Bey bize şahane yol gösterdi. En lezzetli ahtapot carpaccioları deniz ürünlü şişleri, baobab meyveli ve vanilyalı dondurmaları tattırdı. Otel ve restoran kalitesi ülke şartlarına göre beklediğimden daha iyi çıktı. Evet biraz eskilik vardı ama temizdi.
Bagajlarımız tozdan korunması için sarılı vaziyette minibüsün çatısında, biz de içinde, bir gece Antsirabe bir gece de Miandrivazo’da konaklayarak batıya doğru yol yapıyoruz.
Antsirabe bir kaplıca kenti. Fransa’nın hakimiyetinde olduğu dönemlerden kalma evler var ve bir tren garı. Ana bulvar geniş ve çiçekli. Meydanda refüjde “Fahaleovantena Tribes Monument” önünde duruyoruz. 18 etnik grubun simge isimlerinin yazılı olduğu taş sütun. Ülke genelinde en büyük etnik grubu Merinalar. 1787 yılından 1897 yılına kadar Merina Krallığı yönetmiş ülkeyi. Ardından Fransa sömürüsü ve 1960 yılında bağımsızlık.
“Our Lady Of La Salette Cathedral”, merkezi bir konumda. 100 yıl önce yapılmış. İçine şöyle bir bakıyoruz. Ülke genelinde nüfusun %52'si animizm ve atalara tapınma gibi yerel dinlere inanıyormuş, %41 Hristiyan dinine mensup. Az miktarda İslam inancı.
Sürgündeki Fas sultanı ve daha sonra tahta çıkacak oğlu 1955 yılında bu şehirde yaşamışlar.
Trafik lambası yok bu ülkede. Birkaç polis düdükle kontrol etmeye çalışıyor ama zor, çileli. Şehirler arası yollar patikadan hallice. Çukurlar, tümsekler. Oldukça yavaş seyrediyoruz. Çevreye bakmak açısından bence sakınca yok. Kimi zaman müzik kimi zaman sohbetle enerjimizi hep yüksek tutarak keyifliyiz.
Sağlı sollu kırmızı toprak, bereketsiz. Bu topraktan tuğla yapılan alanlar var. Tuğla ocağını oraya kurmuş, toprağı taşımadan olduğu yerde değerlendiriyor. Evler de derme çatma bu tuğlalardan.
Yol boyunca gördüğümüz köyler, çıplak ayaklarıyla tozlu yollarda iz bırakan küçücük çocuklar… Başlarında bir şeyler taşıyan kadınlar, kahverengi nehir sularında çamaşır yıkayanlar. Çalılıklara kurusun diye yayılmış giysiler… “Vaza vaza” yani “beyaz beyaz” diye bağıran ve yiyecek isteyen çocuklar. Biraz şeker, su, kraker vermeye çalışıyoruz. Çubuk kraker için sıra oluşturan ve birer tane alarak kenara çekilen çocuklar bunlar!
Satıcılar her yerde. Yol boyu pazarlar, açıkta satılan etler… Benzinliklerde temizce tuvaletler.
Ambatolampy’de bir alüminyum atölyesi. Zehirli gazlara karşı bir önlem alınmadan, griye boyanmış gençler iş başında. İlkel yöntemlerle kalıplara eritilmiş maden döküyorlar.
Bir başka köprü üzerinde duruyoruz. Aşağıda, nehirde, kadın-erkek ve çocuklar hep birlikte “altın arıyorlar”. Bir kısmı sert ahşaplarla taşlara vuruyor, kayaları ufalıyor. Bir kısmı ellerinde tepsi şeklinde metallerle suyun içinde. Bulunuyor demek ki. Bizi fark edenler kafasını kaldırıp bakıyor, daha çok çocuk bunlar. Diğerlerinin pek de umurunda değiliz, onların derdi büyük.
Miandrivazo, Mahajilo nehrine yakın. Gün batımı için nehir kenarına yürüyoruz. Suya yakın olunca yoksulluk azalmıyor ama sanki daha az göze batıyor. Evet halen çok karışık ortalık. Nehre yakın bir yerde erkekler horoz dövüşü için toplanmış, bahisler dönüyor. Uzaklaşıyorum dövüş başlamadan. Nehirde yıkananlar, karşı kıyıya geçenler, balık tutanlar Afrika coğrafyasında çok benzer hayatlar.
Morondava ülkenin batı sahilinde. Plaj otelleri var sahil boyunca. Asgari ücretin elli euro olduğu ülkede verilen bahşiş çok kıymetli. Her otelde bagajlarımızı taşımak için sabırsızlıkla bekliyorlar iki-üç bin ariari’ye (yaklaşık 1 Euro= 5bin ariari) karın doyuran insanlar.
Deniz 1 kilometre ötede akşamüzeri. Sabah dokuzda başlayan med cezir burada her gün yaşanıyormuş. Ertesi gün denizin çekildiği kumlarda yürüdüm. Gençler denize kadar ulaşıp yüzmüşler bile. Sanıyorum 8-9 yaşlarında ilk kez Cevizli Askeri Kampı’nda görmüştüm gel-git olayını. Sabah, deniz, uzun iskelenin de ötesindeydi. Canlıydı ama zemin, çok iyi hatırlıyorum. Deniz yıldızları, yan yana koşuşan yengeçler, minareler falan gördüğümden eminim. Burası çorak.
Morondava’ya başkentten uçakla gelenler de var bizim gibi karayoluyla gelenler de. Ortak buluşma noktamız Baobab Yolu. Günbatımına yetişmek için akşamüzerine doğru yola çıkıyoruz. 40-45 dakika sürecek yol ama yol boyunca fotoğraf için duracağımızı da düşününce erken çıkmakta yarar var.
Sağlı sollu uzaklardan başlıyor görünmeye Baobablar. Boyları 18 metreyi, gövde çapları 9 metreyi bulan Baobablar varmış. Su deposu görevi görüyor gövdeleri. Yapraklarını döken, dalları kök gibi görünen, yalnızca bu bölgede yetişen ağaçlar. Meyvelerini tattık, hafif ekşimsi. Dondurmanın içinde güzeldi.
Yolun başında bir gençlik korosu şarkı söylüyor. Gökyüzünün rengindeki değişimle birlikte şahane bir atmosfer. Sayısız pozlar, selfiler, tripodunu kuranlar, ara yollara sapanlar, bir baobab önüne obje düşürmeyi bekleyenler… Ben de sarılmaya çalıştım gövdelere ama kollar bir yere kadar. Günü batırdık ve mutlu ayrıldık bin yıllık ağaçlardan.
Sahil kenti olunca akşamlar deniz ürünleri, zencefilli romlarla geçti. Yataklar rahat, wifi lar güçlü, kahveler lezzetliydi.
Sabah erken geçmeliydik balıkçı kasabası Betania’ya zira sular çekilmeden dönmek gerek.
Şahin’in 5GB hat arayışı işi biraz uzatsa da anlayışla karşıladık :)
Üçer kişiyiz ahşap kanolarda. Ayrıca önde ve arkada kürek çekenler. Kasabaya geçmeden kanallarda, Mangrov ormanları arasında dolaşıyoruz. Sahilde çocuklar ve komünün rehberi karşılıyor. Yeni gelen balıkçılar ağlarını ayıklıyor. Evler sazlardan, çitlerden yapılma. Bir düzen var. Çocukların giyim kuşamı daha düzgün. Okul ve kilisenin önünden geçiyoruz. Yiyecek satan birkaç kişi. Çamaşır yıkayan kadınlar kuyuya yakın konuşlanmışlar.
Ağaca tırmanıp coconat topladı genç, onu taklit eden ama henüz o beceriye ulaşamamış çocuk arka ağaçta çabalıyor. Ardından müzik, dans eden çocuklar ve çocuklara dağıtılan hediyelerle suların çekilmesine yakalanmadan dönüş yolundayız.
Bir balıkçı teknesi su içinde salınırken şimdi karaya oturmuş. Bir kısım insan yürüyerek geçiyor. Bizim ilgiyle izlediğimiz bu doğa olayı onların günlük rutini.
Madagaskar’da karayolu boyunca gördüğüm kadınların bir kısmı güneşten korunmak için yüzlerine sürdükleri Masonjoany macununun elde edildiği ağacı da bu balıkçı kasabasında gördük. Cildi yumuşatıcı ve böcek kovucu etkisi varmış.
Fransızlardan belki görevli gelen daha sonra buraya yerleşen bir grup var. Akşam gittiğimiz, leziz deniz ürünleri menüsü ve beyaz biralarıyla bizi neşelendiren restoran/bar, onların uğrak yeri anlaşılan. Yerli müzikler eşliğinde dans eden yerel giysili güzel yüzlü kadınlar da gecemize renk kattı.
Morondava’dan Antananarivo’ya dönüş yerel havayollarıyla.
19.yy’da Fransızlar tarafından inşa edilmiş Rova Kraliçe Sarayı’nı geziyor, otele geçiyoruz.
Son günümüzde ilk durağımız Lemur Park. Parkta yedi farklı lemur türü yaşıyormuş. Gördük sanırım çoğunu. Bir rehber eşliğinde, çam ormanı ve bambu bitkilerinden oluşan Parkta bölgeye özgü kaplumbağalar, bukalemunlar ve iguanaları, gözlerimiz lemurları ararken birbirimize gösteriyoruz. Arkadaşlar yakın temasta ben biraz uzağım, izlemek dokunmaktan daha iyi geliyor bana…
Makimsiler veya lemursular (Lemuriformes veya Lemuroidea), nemli burunlu maymunların yaklaşık 100 türünü kapsayan bir infra takımı. Bu taksonun üyeleri yalnızca Madagaskar adası ve çevresinde bulunan küçük adalarda yaşıyorlar. Gece etkin olup, iri gözleriyle bakışları ile tüyler ürpertici çığlıklar atıyorlar.
Bugün yaşayan türlerde Kata'nın dışında ağaçta yaşıyor ve nadiren yere iniyorlar. Bunlar gündüzleri kendileri yapraklardan inşa ettikleri bir yuvaya, bir ağaç kovuğuna ya da diğer bir sığınağa saklanırlar. Bazıları her şey yerken, diğerleri sırf otobur. Otobur olanlar arasında sırf meyve ile, sırf yaprak ile, sırf ağaç sakızı ile ya da bunların hepsi ile beslenenleri vardır. Bazı türler nektar, tomurcuk ve bazı diğer bitki tarafları ile de beslenirler. Her şey yiyenleri farklı derecede etçil de beslenirler; özellikle böcek, örümcek, kırkayak, diğer küçük hayvanlar ve kuş yumurtaları yiyebilirler.
Madagaskar’da Baobablardan sonra görmek istediğim lemurların da çok çeşidini gördüm, fotoğraflarını çektim. Daha ne olsun….
Kahve molası, açlık bastırma ve sonunda beklenen alışveriş molası. Beyza’nın uzun, hediye alınacaklar listesine chek atılıyor, işlem tamam :)
Yol, havalimanı yolu… Heyecanla gelinen; anılarla, deneyimlerle zenginleşerek dönülen…
Zeynep Erim
10-18 Temmuz 2025