1884 yılıyla birlikte Alman İmparatorluğu’nun sömürgesi olan ve 1.Dünya Savaşı sonrası Güney Afrika yönetimine bırakılan Namibya 1990 yılında da apartheid politikasından kurtularak özgürlüğüne kavuşmuş. Nüfusu 2,5-3 milyon olan Namibya’da Alman etkisini binalarda; otel, restoran, mağaza isimlerinde görüyor yabancılık da çekmiyorduk.
4800 kilometre süreceğini henüz bilmediğimiz yolculuğumuz, Windhoek’ten güneye, batıya; Namib Çölüne, Atlas Okyanusu kıyısına, ardından kuzeye ve doğuya doğru yaban hayatının yoğun olduğu ulusal parklara devam edecek tekrar Windhoek’te sonlanacaktı. Bu döngüde, çoğu zaman taşlı yollarda, şahane coğrafyanın içerisinde, kilometrelerce uzaktaki ufuk çizgisine gözümü dikerek keyifle yol aldım.
250 000 hektarlık Namib Rand’da tamamı bize bırakılmış tek katlı bir evde kalıyoruz. Çevrede yerleşim yok. Eşyalarımızı hızlıca bırakıp, bizi kendi aracıyla gezdirmek için bekleyen rehberimizle tanışıyoruz. Güleryüzlü Cornelyus, sapsarı otların arasında kıvrılan kırmızı toprak yolda en güzel noktalara götürüyor bizi. Yolda zürafalarla karşılaşmak, birkaç orix ve seyahat boyunca çokça karşımıza çıkacak Springbok (antilop) görmek heyecanımızı arttırıyor. Zürafalar, Angola cinsi zürafalarmış. Tuzlu su içebilen, kalın bilekli, çöle adapte zarif hayvanlar. Gün batarken sarıdan maviye, turuncuya ve sonra mora evrilen gökyüzünde ilk yıldızların parıltısı kendini gösteriyor. Sayıları hızla artan yıldızlar altında yaktığımız ateşle birlikte sohbet de koyulaşıyor.
Yolculuğun sonunda, geriye dönüp baktığımızda konakladığımız en keyif verici ve özgün bir mekan diye düşündük. Oysa elektriklerin kesildiği, gaz lambası ile sabaha uyandığımız, kahvelerimiz elimizde soğukta yıldızları seyrettiğimiz şahane bir yerdi; sessiz, doğa ile iç içe…
Gezdiğimiz topraklar, güzel coğrafyalar, hayvanlar koruma altında. Bir ulusal parktan diğerine geçtiğimizi anlıyorum elimdeki harita uygulamasından. İşaretliyor, ölçüyor seyahatin keyfini sürüyorum. Şimdi Namib Naukluft National Park içindeyiz. Biraz zahmetli bir yoldan Sossusvlei’ye ulaşıyoruz.
Yüksek kum tepeleriyle çevrili tuz ve kilden oluşan geniş bir zemin, güneşin ışıklarıyla farklı renklere bürünüyor gökyüzü ve akşama doğru kıpkırmızı yanıyor Sossusvlei’de!...
Dünyanın en yüksek kum tepelerinin arkasında kökleri tuzlu ve kil zemine sıkıca tutunmuş, kahverengi-siyah gövdeleri ve kuru dallarıyla Camel Thorn ağaçları müthiş bir görsel oluşturuyor. Hem dolaşıyor fotoğraf çekiyor hem de ağaçlarla uyumlu pozlar vererek günü tamamlıyoruz.
Namibya’nıın batısı, okyanus şeridi güneyden kuzeye 1600 km. uzunluğunda, 80-150 km genişliğinde çöl. Sesriem’den batıya gidiyoruz. Solitaire kavşağından batıya. En son 2011 de akan nehirlerin tamamı kuru. Toprak altı suları ve yağışlı iklimde beslenen orta boy ağaçlar ve ufak yeşilliklerden dere yatağında olduğumuzu anlıyorum. Namibya’nın ortasında yer alan ve Walvis körfezine doğru akan Kuiseb nehir yatağı ile kesişiyoruz kimi zaman. Yol boyunca yuvarlak, sarı otlarla kaplı yükseltiler var. Kuiseb Kanyonu daha ilerideymiş.
İki gece konaklayacağımız Swakopmund’da güneş geniş dalgaların patladığı iskelenin karşısında veda ediyor. Biraz yürüyoruz sahilde. Tam karşısında dolunay... Şarap ve lezzetli yemeklerle gece bitiyor.
Afrika’nın yaban hayatında büyük hayvanları izleyebilme telaşı, Namib Dorob National Park’ta minik çöl hayvancıklarını aramaya dönüşüyor. Bu sabah da sis var. Aracına bindiğimiz rehber Almanca olarak önce hayvanların ayak ya da sürünme izlerini tanıtıyor, ardından sağa sola bakarak görebileceğimiz hayvanları arıyoruz. Ara ara araca binip yol alıyoruz, o sırada galiba daha çok etrafımdaki coğrafya ile ilgileniyorum. Kumların üzeri siyahımsı, demir içeriyormuş. Sonunda kumlar üzerindeki minik düzensiz yükseltilerden ve tecrübesiyle, önce bir Palmato Gecko (şeffaf minik bir kertenkele) ardından Fitzsimmon’s burrowing skink (yılanımsı sürüngen), dancing white lady spider (örümcek)ı görmeyi başarıyoruz.
Öğleden sonra güneyde, Sandwich Harbour’da dolaşacağımız için bir telaş var. Saatlerle program yapılmış. Bir araçla hızlıca başka bir cipin yanına götürülüyoruz. Kum tepelerinde heyecanlı zamanlar geçiriyor, sahile ulaşıyoruz. Devasa kum tepelerinin okyanusla birleştiği noktalar oldukça rüzgarlı. Sabah göremediğimiz sand-diving lizard (minik sivri ağızlı kertenkele), sayısız kum tanelerinin üzerinde rehberimizin gözünden kaçmıyor. Çenesinin ne denli güçlü olduğunu anlatabilmek için kulak memesine takıyor kertenkeleyi, alem adam, enerjik ve neşeli…
Börtü böcek de iyi de hani Afrika olunca büyük hayvanları görme telaşında içim.
Bugün İskelet Sahili’ne (Skeleton Coast) doğru yoldayız. İskelet Sahili, Namibya'nın Atlantik kıyısının kuzey kısmı ve Angola'nın güneyinde, Kunene Nehri'nden güneyde Swakop Nehri'ne kadar uzanan bir sahile verilen ad. Namibya'nın Buşmanları bölgeyi "Tanrının Öfkeyle Yarattığı Toprak" olarak adlandırırken, Portekizli denizciler bir zamanlar "Cehennemin Kapıları" olarak adlandırıyorlarmış. Fırtına, yoğun sis ve devasa dalgalar çok sayıda gemiyi batırdığı için gemi mezarlığına dönmüş sahil. Biraz kuzeye gidince Henties körfezi, yazlıkçıların bölgesi. 50-60 km daha devam edince 80-100.000 fokun bir arada olduğu Cape Cross Seal Reserve’e ulaşıyoruz. Çok kötü koktuğu söylendiği için pandemi maskelerimiz yanımızda. Belki rüzgardan belki kişisel tahammül seviyelerinden dolayı rahatsız olmuyorum. Burası Cape Fur foklarının üreme alanıymış. O hantal görünüşlerine rağmen hızlıca hareket edebiliyorlar.
Sahilden uzaklaşıyoruz, doğuya Spitzkoppe’ye… Granit iki tepenin 120 milyon yıldan eski olduğu söyleniyor. Büyük Spitzkoppe 1728, küçük olan 1557 metre yükseklikte. Zemin yer yer sarı otlar ve yeşil çalıların yer aldığı geniş bir düzlük. Kayaların yakınlarında kamp yapma imkanı var. Dolaşıyoruz… Kayalara yakın bir yerde ölü olduğunu zannedip, bir sopa darbesine ani hareketle cevap veren 30 cm lik engerek hepimizin çığlığıyla biraz daha uzaklaşıyor. Yılanların sıcakta ölü gibi hareketsiz kalarak enerji topladıklarını öğreniyoruz.! Geniş bir alanda kayaların içi boş bir kemer oluşturduğu görünüm hepimizin ilgisini çekiyor. Akşam gün batımıyla kayaların renkleri kırmızıya çalarken, sabah gün doğumu için tekrar kayaların tepesindeyiz. İnsan ne yürümeye üşeniyor, ne soğuğu takıyor ne de uykusuz kalmak dert oluyor… Sevgi, aşk böyle bir şey. Doğanın her halinde içinde olmak istiyorum.
Damaraland bölgesine geldik bu sabah. Namibya’nın önemli arkeolojik alanlarından, Brandberg Dağı’nda yüksek bir kaya çıkıntısındaki resim sanatını görmek için rehber eşliğinde, kurumuş Tsisab nehri boyunca 2-3 km yürüyoruz. Yol boyu zaman zaman ufak kayaların üzerine inip çıkıyoruz. Yer yer çiçekler. İnce ince, yüksek sapsarı otlar, rüzgar eşliğinde dalgalanınca şahane bir görsel oluşuyor. Karşıdan gelen 3-5 kişilik gruplarla selamlaşıyor, çok sayıda olduğuna emin olduğum birkaç renkli sürüngenle karşılaşıyoruz. “The White Lady” kaya resmi, ufak bir mağarada bir kaya paneli üzerinde insan ve orix figürlerini içeriyor. 2000 yıl öncesine tarihlenen bir bushman tablosu olduğunu söylüyor rehberimiz. 1918 yılında bir Alman topograf tarafından keşfedilen resim, bir şamanın dans ritüelini anlatıyormuş. Hikayesi çok ama hava fena sıcak.
Kuzeye doğru devam edecek ve Palmwag’a gidecek yol biraz zorlu. Sonunda bir vahaya düşüyoruz yine. Bol yıldızlı gece şahitlik ediyor bir doğum günü kutlamasına.
Sabahlar erken başlıyor. Henüz hava aydınlanmadan arabayı durdurup yerdeki endemik bitkiyi gösteriyor yerel rehberimiz. Yerel rehberlerin isimlerini aklımda tutmakta zorlanıyorum. İlki ve sonuncusu aklımda ama.. Kökü 20 m derinliğe giden Alman botanikçi Friedrich Weltwitsch’den adını alan Welwitschia Mirabilis çiçeğini gösteriyor. Şekilsiz bu çiçek uzun süre su olmadan çölde yaşayabiliyormuş. Ömürleri 500-1500 yıl…
Hava aydınlanınca bir kahve ve atıştırmalık molası. Yaklaşık 4 yıldır yağmur yağmıyormuş. Çetin yaşamların olduğu yerler tüm canlılar için. Uyum sağlayanlar yaşamını sürdürüyor işte. İklim krizinin doğal yaşamı nasıl etkilediğine, dünyanın farklı köşelerinde şahit olmak her seferinde biraz daha üzüyor. Biliyorum gözlerim doluyor.
Şanslı günümüzdeysek zor karşılaşılan bir “Black Rhino” görme olasılığımız var gündemde. Doğal yaşam koruma görevlisi, silahlı bir görevli hep birlikte boynuzları uğruna nesli tüketilen ve bölgede yaşayan 33 BlackRhino (Bir Gergedan türü) dan birini görmek üzere cipteyiz. Bir yerde inip Koruma Görevlisinin gösterdiği yolda adımlıyoruz. Dikenli çalılarla karnını doyuruyor Nigeria. Biraz ileri geri fotoğraflıyor, rüzgarın kokumuzu ona götüremeyeceği açıyı korumaya çalışıyoruz. Seyretmeye doyum olmuyor Nigeria’yı. Yolda Chakma Babunları, kaldığımız motele yaklaştıkça, önce yolda bıraktığı izlerini.! ardından bu bölgenin efendisi, motelin gediklisi Jimbo adlı fili görüyoruz. Sabah uzun sazlardan yapılmış çatının bir kenarını aşağı indirmiş, kulübenin önüne imzasını da atmıştı Jimbo…
Her gün ayrı sürpriz bu coğrafyalarda, kafanızı çevirdiğinizde 2 metre havaya zıplayan springboklar, Namibya’nın simgesi orixler, kuşların zarafeti, arkadaşımın standing animal (!) adını koyduğu yer sincabının meraklı bakışı, çitanın süratı, zebralar, çılgın fil yavruları, güzel gözlü zürafalar, sırtlanı, yırtıcı kuşları…
Palmwag’dan kuzeye, Etosha Ulusal Parkına giderken Namibya’da yaşayan etnik göçebe topluluklardan Himbaların yaşadığı köye uğruyoruz. Himbalar 15-16.yy’da Hererolarla birlikte Botsvana’dan gelmişler, avcılık ve toplayıcılıkla yaşıyorlar. Hayat kolay olmamış; Hererolar farklılaşmış, kuraklık, iç savaş rüzgarları Himbaları başka coğrafyalara atmış. 1990’lardan beri kendi topraklarına yaşayan Himba kadınları çok süslü. Vücutlarını güneşten, sineklerden korumak için keçi yağı, kil ve başka tozlardan oluşan bir maddeyle kaplıyorlar (meraklısına; wikipedia.org’da “Himba” yazın çıksın). Köyü dolaşıyor, Himba kadınlarının yaşamı, inanç ritüelleri hakkında bilgileniyor, açtıkları tezgahlardan el işi bileklikler alıyoruz. Çocuklar alışmış köye gelen yabancılara; küçük olanlar kendi oyun aleminde, biraz büyükler ellerimize bakıyor…
İlk kez 1907’de doğal yaban hayatı olarak belirlenen Etosha havzası, 22270 km2 alana yayılmış olan Etosha Ulusal parkının 4731 km2’lik bir bölümü. Uzaydan da görülebilen, “ Büyük Beyaz Yer” anlamına gelen Etosha, çok büyük bir mineral tuzlasına sahip. Tuzla, Kalahari Havzasının bir parçası ve yaklaşık 1 milyar yıl önce oluşmuş. Havza, yoğun yağmurlar sonrası kuzeydeki Ekuma ve Oshikambo nehirlerinden gelen sular dışında çoğu zaman kuruymuş. Doğal su birikintileri dışında sondajlarla, pompalarla insan yapımı göletler oluşturularak hayvanların suyla buluşması sağlanmış. İşte o noktalar bizim için de görsel cennet. Sabah gün doğmadan başlayan yaban hayatı izleme heyecanımız gün boyu devam ediyor Etosha’da. Kaldığımız bölgede benzin istasyonunun, ufak marketin açılış saati Gündoğumu, kapanışı Günbatımı… Ne hoş bence ve çok kesin… Elimdeki Etosha haritasını takip ediyor, orada yer alan hayvanlardan gördüklerimin yanına bir işaret koyuyor, deklanşörle sabitlediğim kareleri Barbara’ya göstererek heyecanımı paylaşıyorum. O da bir“görüntü toplayıcısı”, beni anlıyor. Belli güvenli noktalarda mola veriyor, ardından, güneş dünyanın başka bir noktasındaki insanlarla buluşana, Parkın kapısı kapanana kadar dolanıyoruz.
Yavru fili avlayan aslanları suyun arkasından da olsa dürbünle gözlemek, su kenarına gelen kuduları, sırtlan, çeşit çeşit kuşları, orixleri izlemek tüm günümüzü alıyor. Aracımız şahane; keyiflenince buz gibi biramızı alacağımız kocaman bir soğutucumuz, atıştırmalıklarımız, müziğimiz… Mükemmel.
Akşamları döndüğümüzde konakladığımız kulübelerin (lodge’lar kulübe olarak tercüme ediliyor ama epey hallice bunlar) arkasındaki yapay gölete uğruyor ve mutlaka bir üç beş derken onlarca hayvanın ki bunlar kimi zaman gergedanlar, zürafalar, filler olabiliyor, su içmeye geldiklerini görüyoruz. Kimi zaman çekişme ya da itişmeler olsa da suyu, yaşamı paylaşmakta sıkıntıları yok…Gece ilerledikçe hava soğuyor…
Rietfontein su birikintisinin adı aklımda kaldı, zira onlarca filin kısa sürede bir arada toplandığı, tozu dumana kattıkları, çamurlara yattıkları, yaramaz yavruların anneleri kızdırdıkları bir alan burası. Birkaç saatimizi keyifle burada geçirdik son Etosha günümüzde. Black Korhaan ki Yasemin’in bir arkadaşı var bu isimde, Crowned lapwing ve Gabar goshawk kuşunu, sarı otlar arasındaki Acacia Tree’yi bu müjdeli güne ekliyorum...
Erindi, yolculuğun keyfini taçlandırdı adeta… Sabah ayrı akşam ayrı, kimi zaman tüm gün parkın cipleri ve rehberleriyle yaban hayatın içine daldık. Kamptan çıkarken önce bir Damara dik-dik’e ardından bir dişi aslana selam vererek güne başladık. Cipte sakince ilerlerken ön sırada Yasemin’in “Rhinooo (gergedan)” diye bağırmasıyla benim soldan sağ koltuğa geçişim, solda 2 metre ötede gergedanın güçlü homurtusu, boynuzu cipe taksa ne olabilir, B planı nedir (ki yok) diye düşünüşüm, Efen'in (rehber ki adı aklımda) kıvrakça cipi manevra yaparak sürüşü, madem aksiyon var fotoğraf çekelim gayretlerimiz… Hepsi saniyeler ya da birkaç dakika içerisinde. Gergedan minik yavrusunu korumak için bir 100-200 metre kadar sağ yanımıza geçip koşturdu. Yalnızca yavrusunu koruma, kollama niyetinde, olayı bu.
Özel ve güzel günümüzde kısa bir süre sonra toprak yolda sağdan ok gibi gelen springbokun ve hemen ardından çitanın zikzak yaparak koşturmasını biz şaşkın seyreyliyoruz. Çitalar çok hızlı koşsa da koşma süreleri çok kısa, springbok 2 metre havaya yükselip fırlayıp gidiyor. Çitaların çok hızlı koşmalarından dolayı vücut ısılarının aşırı yükseldiğini, bunun da beyne zarar verdiğini o nedenle en fazla 500 metre koşabildiklerini öğreniyorum. Kaçtığını zanneden güzelim springboku bir saat sonra çitanın sofrasında görüyoruz… Hayat, döngü, doğa… Ne derseniz.
Arada cipi durduran Efen elinde bir frekans alıcıyla vahşi köpekler nerede, leopar nerede dolanıyor bunlara bakıyor. Bu bölge koruma alanı olduğundan vücutlarında çiplerle geziyor bizimkiler.
Şahene renkli yelesiyle Afrika aslanı, ardından leopar… İki günde Efen’in rehberliğinde Erindi Park’ında dolaştık. Gözlerim, ruhum neşelendi; gün ağırırken başlayan hayat, kıpkırmızı gökyüzüyle sonlanırken...
Gün doğumu safarileri Amarula’lı kahve, gün batımı safarilerimiz cin tonikle bitti… Ritüelin böyle keyifli olduğu bir coğrafya burası. Yalnızca sabah kahvelerini sınırlı içmek gerekiyor zira ihtiyaç molaları riskli.!
5 bin kilometre yolu tamamlayıp Windhoek’a döndüğümüzde evet biraz tozlu bir halim vardı ama Vahşi Doğa'nın ilk kez bu kadar uzun süre içerisinde bulunmuş, hayatı bir ucundan gözlemlemiş, görselleri toplamış, duyguları paketlemiş, zamansız anılarımın yanına yerleştirmiştim.
Hayata bir kez daha teşekkür ederken Afrika’ya, tekrar ve tekrar geleceğimi düşünüyordum…
Zeynep Erim
Ağustos 2022
Harika bir gezi harika bir yorum . Okurken adeta yaşatıyor. Eline kalemine sağlık. Fotoğraflar ayrı güzel. Teşekkürler
Teşekkür ederim İrem’cim. Ne kadar geç cevap yazmışım, kusura bakma arkadaşım.:)